Socrates Kimdir, Nerelidir, Nerede Doğdu? Kaç Yaşında, Nerede ve Nasıl Öldü?, biyografi bu kez siz değerli okurlarımıza Socrates Kimdir, Nerelidir, Nerede Doğdu? Kaç Yaşında, Nerede ve Nasıl Öldü? başlığı altında geniş bir şekilde bilgiler verelim istedik.. Socrates Kimdir, Nerelidir, Nerede Doğdu? Kaç Yaşında, Nerede ve Nasıl Öldü? yaşamı ile ilgili tüm detaylar..
Socrates Kimdir, Nerelidir, Nerede Doğdu? Kaç Yaşında, Nerede ve Nasıl Öldü?
SOCRATES KİMDİR?
Doğum tarihi : ??.??.0469 Ölüm tarihi : ??.??.0399
Socrates kaç yaşında öldü : -70
Kilo & Boy :
Burcu :
Meslek : Filozof, Dilbilimci
Socrates doğum yeri : Alopeke, Atina, Yunanistan
Ölüm yeri : Atina, Yunanistan
SOCRATES BİYOGRAFİSİ
M.Ö. 469, MÖ 399 senelerı içinde yaşamıştır.
Yunan filozof. Felsefenin kurucularından biri olarak kabul edilir. İnsanın kendisiyle, evrenle ve toplumla olan ilişkisinin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini araştırmış olan Socrates, temelleri “Soruya Soruyla Karşılık Verme” üzerine kurulu Socrates Metodu’nu(Diyalektik) düşünce dünyasına kazandırmıştır. Diyaloglarıyla, Platon, Aristopfanes ve Xenophon’ı derinden etkilemiş, ahlak felsefesi diğer adıyla “Değer Öğretisi”ni kurmuş, ardında daha iyi bir dünya bırakarak hayata gözlerini yummuştur. Hayatını insanlığın kişisel gelişimine adamış olan filozofun öğretileri, etkilerini yüzsenelerdır sürdürmektedir. Socrates felsefesini ve dünya görüşünü dialoglar yoluyla yaymış, bir şey yazmamıştır. Bilgiye ulaşmanın anahtarlarını insanoğluna armağan ederek, insanlık tarihinin gerçek kahramanlarından biri olmuştur. Binlerce yıl önce yaşadığımız dünyanın yanılsama, gerçeğinse düşüncede olduğu ve gerçeğe akıl yoluyla ulaşabileceğimiz düşüncesini ortaya atan Socrates, yönetmenliğini Wachowski Kardeşler’in yaptığı “The Matrix” filminin de ilham kaynağıdır. Filmin gördüğü büyük ilgiden sonra, yazılan Matrix ve Felsefe isimli kitapta ünlü filozofun düşünceleriyle film ilişkilendirilmiştir. Filmde Socrates’in yaşamının anlatıldığı yönünde görüşler de mevcuttur.
M.Ö. 469’ta, heykelci Sofroniskos ile ebe Fenarete’nin oğlu olarak Alopeke, Attika’da dünyaya gözlerini açtı. Her zaman yazmak yerine konuşmayı ve sorgulamayı tercih eden Socrates’in yazılı hiçbir çalışması bulunmamaktaydı. Bu nedenle yaşamıyla alakalı detaylar hususunda kendi zamanındaki diğer filozoflarla olan diyalogları referans olarak alındı. Socrates’ın yaşamıyla alakalı olarak en mühim referans Platon’ydu. Zira Plato, ünlü filozofu en fazla anlatan, onun kişiliği ve çalışmalarıyla alakalı en fazla bilgiyi veren meslektaşıydı.
Socrates’ın, çocukluğunda, sıradan bir Atinalı olarak o zamandaki bilimsel ve toplumsal gelişmelere paralel olarak verilen geometri, aritmetik ve astronomiderslerini aldığı belirtilir. Yunanlı şairleri okuduğu ve ana dilini en iyi biçimde öğrenmeye çalıştığı söylenmektedir.
Eğitim sürecinden sonra canlı varlıkların ortaya çıkış nedenleri, varlıklarını sürdürme, üreme ve ölümleriyle alakalı olarak doğa bilimleri üzerine yoğunlaşan düşünür, insan yaşamını sorgularken düşüncelerini bu temeller üzerinden değerlendirmeye başlamıştı.
Socrates, her türlü disiplini reddeden, kutsal ses olarak tanımladığı aklından geçen fikirler ışığında hareket eden, dindar fakat dini ve değerleri yararlılık ölçüsünde değerlendiren bir yapıdaydı. Dünyevi zevklere aldırış etmez fakat, güzellikten etkilenirdi. Bilginin temelinin insan mantığı olduğuna inandığı ve insan mantığına bu denli güvendiği için kesin bir “Akılcı”ydı.
Atina’da, 5. yüzyılın entelektüel gelişimini derinden etkileyen ve değiştiren Socrates’in yaşamını nasıl kazandığına dair net bir bilgi bulunmamaktaydı. Timon of Phlius’a göre babasından öğrendiği taş oymacılığı işini yaparak geçimini sürdürdüğü belirtilse de Plato’nun da dâhil olduğu daha eski kaynaklarda, Socrates’in filozofluk dışında başka bir işle meşgul olmadığı bilgisi yer aldı. Xenophon’un Symposium’unda Socrates, yaşamını felsefik tartışmalara adamış bir profil çiziyordu. Taş oymacılığı yaptığını söyleyen kaynaklar, Socrates’ın orta yaşlarında bu işi bıraktığını ve tamamen felsefeye adandığını belirtmekteydiler. Bu zamanda, bir zaman sonra filozof olarak bi hayli ünlenmesine rağmen ne inzivaya çekilmiş ne de öğretilerini yaymak için bir okul açmıştı.
Bir öğretmen olarak anılmak istemeyen Socrates, Atina sokaklarında, hiyerarşik yapıda hangi konumda olduğuna bakmaksızın, karşı karşıya geldiğı herkesle konuşmaktaydı. Sabahın erken saatleri civarında başlayan yürüyüş turlarını, kentin en işlek yerlerinde yaptığı ve gün boyunca Atina halkıyla iç içe olduğu söylenmekteydi. Hayat ve anlamı ile ilgili derin sohbetler şeklinde gerçekleşen bu konuşmalarda, hiçbir görüşe bağlı kalınmaksızın esnek, önyargısız ve aydınlanmacı bir eksende karşılıklı sorgulamalar yapılırdı. Konuşma sırasında genelde karşısındaki birinin kendi düşünce şekilindeki zayıflıkları ve çelişkileri görmesini sağlardı. Böylelikle, konuştuğu kişi köşeye sıkışabiliyor, neyin doğru neyin yanlış olduğunu kendine itiraf etmek zorunda kalıyordu. Socrates hiç bir şey bilmiyormuş gibi yaparak, insanları mantığını kullanmaya zorluyor, “Cahili ” oynuyordu veya olduğundan daha aptalmış gibi davranıyordu. Buna “Socratesçi İroni” denilmektedir.
Yüzeysel bilgiyi aşma ve gerçek bilgiye ulaşma isteğiyle, bireylerin davranışlarında ve yaşamlarında temel aldıkları inançları sorgulamaya yönelen Socrates, her türlü edinilmiş bilgiyi yadsıyan bir düşünce yöntemi geliştirmişti. Diyalog sanatı veya diyalektikle, bireylerin aslında bildiklerini düşündüklerine farklı gözlerle yeniden bakmalarını sağlıyor, her türlü koşullanmayı bir kenara bırakarak saf düşünceye ve bilgiye ulaşmanın önemine gözleri üstüne topluyordu. Batı felsefesine yaptığı en büyük katkılardan biri olarak kabul gören ve “Socrates Metodu” da denen, dialektikle bilginin sorgulandığı bu öğretinin temeli “Soruya Soruyla Karşılık Verme” üzerine kuruluydu. Düşünür, metoduyla, bireylerin veya grupların bir düşünce veya kavramla alakalı detaylarını, bu bilgilerin oluşmasının altındaki nedenlerle görülmektedirmaya çalışıyor, bilginin sınırlarını anlamaya uğraşıyordu.
“Hiç bir şey bilmediğinden başka şey bilmediğini” söyleyip bireylere peş peşe sorular soruyor, birlikte kavramların anlamlandırılmasını sağlayan tanımlar bulmayı amaç ediniyordu. Kişinin kendi düşüncelerinin doğruluğunu ve geçerliliğini sınamak için kendisine de sorular sorması gerektiğiyle alakalı olarak Socrates, şunları dile getirdi: “Bana inanmayacaksınız ama, insanlığın en yüksek formu kendisine ve bir başkasına sorular sormaktır. “
Socrates’in, iyilik ve adalet gibi ahlaki konuları sorgulamada anahtar olarak kullandığı “Socrates Metodu”, ilk kez Plato’nun Socratic Dialogues’unda yer aldı. Bundan dolayı, Socrates, “Politik Felsefe” ve “Ahlak Felsefesi”nin babası ve batı felsefesinin temellerinin kurucusu olarak kabul edildi.
Socrates’in diyaloglarda kullandığı yöntem, tüme varım (epagoge, inductio) yöntemiydi. Aristoteles, Socrates’i bu yöntemi bulan kişi olarak göstermektedir. Lakin, Socrates, gelişigüzel bir araya getirilmiş sıra sıra haller içinde bir karşı karşıya geldirma yaptığı için, tümevarım yöntemine giden yolu açmış, bu yöntem sonraları son halini almıştı.
Socrates’in düşüncelerinin bir kısmı Plato’nunkilerden farklı olmasına rağmen, tarihçiler var olan kaynaklara dayanarak, düşünürün savunduklarıyla alakalı olarak ayrım yapmada sıkıntı çektiler. Zira Socrates’ı anlamak için başvurulan, uzak ara en iyi kaynak Plato’la yaptığı diyaloglardı ve Plato, filozof olarak Socrates’tan bi hayli etkilenmiş ve onun stilini benimsemiş görünüyordu. Dolayısıyla ayrım yapmak güçleşiyordu. Bu görüşün karşısındaki tarihçiler her ne kadar Plato’nun kendine özgü bir stili ve düşünceleri olduğunu benimsedilerse de Plato’yu Socrates’ten ayırmakta onlar da kuvvetlik çekiyorlardı. Sonuç olarak Platon ve Xenophon’ın felsefi görüşlerini Socrates’inkilerden ayırmak kolay değildi ve Socrates’e atfedilen her şey yansımasını bu düşünürlerin görüşlerinde buluyordu.
Socrates’in ahlaki, entelektüel ve politik görüşleri ile ilgiliki genel görüşler, filozofun, dönemin Atina’sında benzersiz bir noktada olduğunu göstermektedir. Zira topluma veya dine uygun olmayan davranışların yargılandığı mahkemelerde, soruya soruyla karşılık verme yöntemini tercih ederek, jürinin ahlaki değerlerini sorguluyor, yanlış düşüncelerin ortaya çıkmasını sağlıyor ve en adil kararın verilmesi için uğraş veriyordu. Onlara ilgilendikleri noktaların esas olarak bencilce kendi ruhlarının rahatı olduğunu, ilk kezrinin doğruya ulaşmaktan çok aileleri, kariyerleri ve politik sorumlulukları ekseninde kendilerine yöneldiğini anlatmaya çalışıyordu. Socrates, ruhun ölümsüzlüğüne inanıyor, görüşlerinin provokasyon etkisi göstererek en kötü ihtimalle gülünç bulunacağı veya baş ağrıtacağı düşüncesini yürekten benimsiyor ve Tanrıların bu iş için onu görevlendirdiklerini hissediyordu.
Socrates, Sofistler ile bunun yanı sıra yaşamış olmasına rağmen onlardan ayrıldığı mühim bir çok nokta vardı. Onu suçlayanlar, anlayışsızlıklarından, cahilliklerinden ve düşüncelerini ayırt etmeyi bilmediklerinden, Socrates’i Sofist sayıyorlardı. Lakin Socrates’i Sofistlerden ayıran özellikleri bi hayli fazlaydı. Öncelikle Sofistler, kendilerini, eğitimli ve bilge bireyler olarak adlandırıyorlardı. Lakin Socrates kendisi için bu tanımlamaların kullanılmasından hoşlanmıyordu. Kendisiyle örtüşen tek tanımın kelime anlamı “Bilgeliğe ulaşmaya çalışan kişi” olan filozofluk olduğunu düşünüyordu. Sofist yani “Bilgici” değil, filozof yani “Bilgi sever” olduğunu sürekli olarak belirtiyordu. Bilgiyi elde barındırdığına değil, onu sevip aradığına inanıyordu. Tek bir şey bildiğini dile getiriyordu, bu da hiç bir şey bilmediğiydi.
O da, Sofistler gibi, insan yaşamının pratik poblemleriyla ilgilendi fakat, yalnızca yararı ve faydacılığı göz önünde bulundurdukları için utilitarist olan Sofistlerden fazla başka bir yolda yürümeyi tercih etti. Zira, Socrates her türlü soruna gerçek ve derin bir ahlaki ciddiyetle yöneliyordu ve tüm argümanları bu anlayışla besleniyordu. Socrates bunun bunun yanında Sofistlerin yaptığı gibi öğrettikleri için para almıyor, bir okula bağlı kalma düşüncesini sevmiyor, onlar gibi bir akım yaratmaya çalışmıyordu. Sofislerin bilgi anlayışı, relativizm odaklıydı. Socrates’in ise göz önünde barındırdığı; sağlam, herkes için geçerli olabilecek bir bilgiye varmaktı.
O, doxanın(sanı) karşısına epistemeyi (bilgi) koyuyordu. Socrates’e göre, episteme hazır, hemen öğrenilebilecek ve öğretimle hemen benimsettirilebilecek bir şey değildi, tersine; birlikte çalışarak, uğraşılarak varılacak bir amaçtı. Onun için Socrates, Sofistlerin yaptığı gibi, öğretim aracılığıyla bilgileri edindirmeye kalkışmadı, etrafındakilerle doğruyu birlikte arama yoluna gitti. Onun kendine özgü öğretme ve araştırma metodu olan dialog da (konuşma) bunun üzerinde temelleniyordu. Konuşmada düşünceler ortaya konulduğu ve bunlar karşılıklı olarak eleştirildiği için böylece herkesin kabul edeceği bir noktaya varılabiliyordu. Sofistler düşünceleri meydan getiren psikolojik mekanizmayı inceliyorlardı. Socrates ise, doğruyu tespit eden aklın bir yasası olduğuna inanıyor ve etrafındakilerle işbirliği yaparak doğruyu inceliyordu.
Lakin filozofun Sofistlerle tek ortak paydası, onlar gibi gelenek ve törelerin oluşturduğu ölçüler üzerinde düşünmeyi kendisine ilke edinmesi, hayata yol gösteren değer ve ölçülere körü körüne inanmayıp bunları akılla bulmak isteyişiydi.
Bilgeliğinin sınırlarını, kendi bilgisizliğini kabul ettiği felsefesi, bilgiyi sürekli olarak olarak sorgulayan yapısıyla çizdiği kabul gören Socrates, yanlış davranışların nedeninin az bilgi olduğu sonucuna varmıştı. Eğer biri herhangi bir hususta yanlış yapıyorsa, bu daha fazlasını bilmediği içindi. Herkesin yaratılırken iyi yaratıldığını, kimsenin bile bile kötü olmadığını, her kötülüğün bilgi sanılan bir bilgisizlikten ileri geldiğini savunuyordu. Socrates, “Doğruyu bilen doğru davranır” diyor, doğru bilginin doğru eylemi gerçekleştireceğini düşünüyordu. Bilgi edinmek için sanat aşkı duymak gibi bilgelik aşkı duymak gerektiğini iddia ediyor, hiçbir zaman kendisini bilge gibi görmüyor, fakat eğer seçilen yol bilgelikse, bu yolda devam edebilmek için rotayı bilgiye duyulan aşka çeviriyordu. Kaynaklara göre, Socrates’in bir insanın gerçekten bilge olup olamayacağı ile alakalı fikirleri hususundaki düşünceleri de tartışmaya açıktı. Çünkü bir taraftan cahil insanlık ve ideal bilgi içinde bi hayli net bir hat çiziyor, diğer yandan da Plato’nun Symposium’u (Diotima’nın Konuşmaları) ve Republic’inde (Mağaranın Alegorisi) bilgeliğe yükselme metodunu tanımlıyordu.
Socrates’in uğraşındaki temel unsur, onun kimseye bir şey öğretme peşinde olmayışıydı. O, tersine, konuştuğu insanlardan bir şeyler öğrenmek istediğini dile getirmiş, “Kırlardaki ağaçlar bana bir şey öğretemez” demişti. Konuşmanın başında genelde soru soran Socrates, hiç bir şey bilmediğine inanıyor ve öyle davranıyordu.
Dilin doğasıyla da yakında zamandan ilgilenmiş olan düşünür, anlam, mantık ve tanım konusu üzerine yoğunlaşmıştı. Yaşadığı zamanda yoğun bir kavram kargaşasının hüküm sürdüğinü, bunun ahlaki alanları da kapsadığını düşünen Socrates, bilgelik, adalet, cesaret ve ahlakla alakalı diğer kavramların anlamları bilinmedikçe, hiçbir eylemin, bilgece, adil veya cesurca olarak tanımlanamayacağını iddia etmişti. Çünkü aynı sözcükleri veya kavramları kullanan insanlar, bu sözcük veya kavramlarla farklı şeyleri kastediyor olabilirlerdi ve Socrates’e göre, eğer böyle bir durum söz konusuysa, bireylerin gerçekten anlaşmaya vardıklarından söz edilemezdi. Bu bireylerin yalnızca anlaşmaya vardıklarını zannederek konuştukları manasına geliyordu ve sonuç kargaşadan başka bir şey değildi.
Filozof, felsefe dünyasındaki asıl karakterinin, düşüncelerin doğmasına yol açtığu için bir ebe gibi anlaşıldığını iddia ediyordu. Kendisinin teori üretmediğini, fakat başka bireylerin, teoriler ortaya atmasına ve bu biçimde tezlerin doğmasına, bunların tanımlanmasına, hangisinin kıymetli hangisinin işe yaramaz olduğunun karar verilmesine giden zamanda başrolü oynadığını düşünüyor, tüm bu teorilerin ortaya nasıl çıkartılacağını bildiği için de kendisinin ebe gibi tanımlandığını dile getiriyordu. Ustaca sorularla gerçeği karşısındakine buldurtan Socrates’e göre bilgi karanlık ve derin bir yerlerde yatıyor ve bulup çıkarmak gerekiyordu. Konuşma süreci şu biçimde ilerliyordu: Konuşmaya başlarken Socrates, hep kendisinin bir şey bilmediğini dile getiriyordu ve karşısındaki de doğal olarak bildiklerine çok güvendiğini sanıyordu. İşte “Socratesçi İroni” de bu zıtlık içinde beliriyordu. Bundan sonra Socrates, konuştuğu kimsede doğruyu meydana çıkarmaya girişiyor; onun deyişiyle: “Ruhta uyku halinde bulunan düşünceleri “doğurtmaya” uğraşıyordu. Socrates, kullandığı yönteme, annesinin de yaptığı ebelik mesleğine anıştırma olarak doğum yardımcılığı yani ebelik adını veriyordu. Bu tekniğin temelinde, disiplinli, sıkı bir düşünme ile doğrunun bulunabileceğine duyulan büyük inanç gizliydi. Ruhta saklı olan ve herkes için ortak olan doğrular; sorup soruşturarak, üzerlerinde durup düşünerek yukarıya çıkarılabiliyor, bilinir bir hale getirilebiliyorlardı.
Socrates’in önemle üzerinde durup parmak bastığı nokta, en büyük zenginliğin fazilet ve erdem olduğu düşüncesiydi ve ona göre ideal hayat, iyinin arandığı bir hayattı. Bundan dolayı, bütün çalışmaları ahlaka yönelmişti. Çıkış noktası, “Erdem ile bilginin özdeş, aynı oldukları” görüşüydü. Bu görüş bunun yanı sıra düşünürün yaşadığı zamanda ülkesinin içinde olduğu durumdan da besleniyordu. Yunan toplumu o ara çok sarsıntılı bir değişim süreci yaşıyordu. Bundan dolayı, öteden beri bilinen, alışılmış ve katı yaşam kaidelerina ayak uydurmak çok güçleşmişti. Bu değer anarşisi içinde bir sürü yaşama kuralı öğütleniyor, diğer taraftan da demokratik gelişme bir savaşa ve yarışmaya yol açıyordu. Bu kaosun ve karmaşanın meydana geldiği zamanda, değerler zincirinin gelişmesi ve demokratikleşmesi gerekiyordu. Henüz tanımlar, kavramlar tam anlamıyla yerine oturmamıştı. Gelenekçilik, yobazlık ve demokrasi içinde sıkışmış bir toplum vardı ve değişime uygun olarak düşünce yapısının da oturtulmasına ihtiyaç vardı. Kötülük ve iyilik üzerine söylenenler, bu iki kavram içinde çizilen keskin sınır, adaleti ve değer yargılarını da oldukça etkiliyordu. Bu noktada Socrates, kötülük ve iyilik algılamasında kendi dönemini ve ardından da tüm dünyayı büyük ölçüde etkileyecek olan sözünü dile getirdi: “Hiç kimse bile bile kötülük işleyemez, kötülük bilginin eksikliğinden ileri gelir”. Yine bu yüzden bütün öteki erdemler, ana –erdem olan bilginin içinde toplanmışlardır ve bilginin kendisi edinildiği ve bilgisine ulaşıldıği gibi, öteki erdemler de elde edilip öğretilebilirler.
Ahlak ve erdemlerin öğrenilip öğretilebileceği düşüncesini kendi toplumunun gelişim sürecinde kullanmak isteyen Socrates, içinde bir “Daimonion”’u barındığını söylemişti. Kafasındaki kutsal ses olarak tanımladığı “Daimonion” için yaşamının mühim anlarında kendisine yol gösteren bir güç ifadesini kullandı. Alıkoyucu bir rolü de olan ama en fazla da ikazcı bir sesleniş olarak nitelendirdiği “Daimonion”ı, içindeki Tanrısal bir ses sayıyor ve ona göre hareket ediyordu. Bu sesin ne olabileceği üzerine, sonraları çok çeşitli yorumlar yapılmıştı. Ne olarak anlaşılırsa anlaşılsın -vicdan, ahlaki bir sezi, peygamberlerde görülen içgüdü gibi bir unsur, vs- Daimonion için, tek yanlı rasyonalizmi tamamlayan ve Socrates’in ahlak görüşünü bütünleyen bir güç değerlendirmesi yapılmıştır. İrrasyonel, dini ve mistik bir öğe olan Daimonion, insan yaşamının ahlaki bakımdan düzenlenmesinde direkt bir rolü olmasa da Socrates’a yön veren bir güç olduğundan tüm dünya için mühim olmuş ve Socrates’ın mistik açıdan değerlendirilmesinde anahtar görevi görmüştür.
Ahlak ve erdeme adanan Socrates’ın, dinsiz veya küfre sapmış bir kimse olduğu asla düşünülemez. Muhtemelen o da Xenophanes’ten beri gelişen bir din anlayışının içinde yer almıştı. Lakin boş inançların, hurafelerin ve Tanrı için yapılan yakışıksız tasavvurların ortadan kalkmasını istemişti. Çevresini düşünceleriyle büyüleyen ve etkileyen düşünürün insanlarda yarattığı bu etki, aslında düşüncelerinden fazla, bu düşünceleri doğrudan doğruya yaşaması, neyi düşünüyorsa onu yaşaması yoluyla olmuştu.
Socrates’e Sophistic Doktrini’ni çocuklarına öğretip öğretemeyeceği hususunda da sorular sorulmuştu. Düşünür bunun üzerine, general Pericles’in de aralarında olduğu başarılı bireylerin çocuklarını yetiştirirken mesleki incelikleri değil de ahlaki değerleri temel aldığını gözlemlediğini ve bu yüzden çocuklarına bırakacağı en iyi mirasın “Ahlaki açıdan müthişlik” olduğunu düşündüğünü belirtmişti. Düşünürün bu kelimeleri oğullarının geleceğiyle alakalı endişesı olmadığı şeklinde yorumlanmıştı.
Ünlü filozof düşüncelerinin hepsinin kendisine ait olmadığını ve retorik hususunda bilge Prodicus’la fizikçi Anaxagoras’tan çok şey öğrendiğini sürekli olarak yinelemiştir. Ayrıca annesi dışında 2 kadından çok etkilendiğini söyleyen Socrates, aşk ve eros konularında bildiği her şeyi büyücülük de yapan rahibe Mantinea’dan, cenaze merasimlerindeki konuşma sanatını da Pericles’in metresinden öğrendiğini söylemişti.
Atina İmparatorluğu’nun yükseliş zamanından Spartalılar aracılığıyla yenilgiye uğratıldıkları Peloponnesian Savaşı’na kadar olan zamanda yaşamını sürdüren Socrates, böylelikle ülkesinin en zengin ve refah dönemiyle birlikte savaşın etkileriyle yaşanan gerileme koşullarına da tanıklık etti. Plato’nun birkaç dialoğunda, Socrates’in, askerlik hizmetinde olduğuna dair bilgiler yer almaktaydı. Bu dialoglarda, Socrates, profesyonel bir asker olarak Potidaea, Amphipolis ve Delium’da görev alarak Atina ordusuna hizmet verdiğini belirtiyordu. Symposium’da, general Alcibiades, Socrates’in bir savaşta yaşamını kurtarmak için ne yaptığını kendisine anlattığını, Potidaea ve Delium’da da kahramanca savaştığını kelimelerine ekledi.
Socrates, yaşamanın en iyi yolunun, maddi zenginlikler yerine kişisel gelişim üzerine odaklanmak olduğunu dile getiriyordu. İnsanların ruhlarına özen göstermeleri gerektiğini anlatmaya çalışıyor, bu düşüncesini ifade etmek, onu eylemleriyle somutlaştırmak için de, yaz kış çıplak ayakla ve ince bir giysiyle dolaşıyordu. Dikkatleri, arkadaşlık değerleri üzerine çekmek için Atinalıları sürekli olarak verdiği davetlerle bir araya getiriyordu. Düşünür, bir halk olarak birlikte büyümenin en iyi yolunun bu olduğunu hissediyordu. Zira ona ölüm cezası verildiğinde bile, ordudaki büyük kahramanlıklarıyla ve verdiği mühim hizmetlerle alakalı serzenişte bulunmaksızın, bir çok birinin tahmininin aksine, ne Atina’dan kaçmaya kalkmış ne de kendi toplumuna karşı düşmanca bir tavır içine girmişti.
Socrates, kendi toplumu ve tüm insanlık tarihi için çığır açan çalışmalarda bulunmuş, düşünce dünyasını kökünden değiştiren metotlar kurmuş ve hem kahramanca savaşması hem de bi hayli ahlaklı bir insan olması sebebiyle Atina’nın büyük çoğunluğunun takdirini kazanmış olmasına rağmen, ile ilgili çıkan gençlerin ahlakını bozduğu ve yeni tanrılar yarattığı gibi asılsız söylentiler sebebiyle ölüm cezasına çaptırıldı.
Socrates savunmasını yaptıktan sonra Atina’daki adalet mercii olan “Beşyüzler Meclisi”nde, 220’ye karşı 281 oyla, ölüme mahkûm edildi. Atina yasalarına göre 24 saat içinde baldıran zehri içirilerek infaz edilmesine karar verilen Socrates’in cezası, Delos’a gönderilen kutsal geminin çıktığı seferden 1 ay geç dönmesi sebebiyle bir ay boyunca ertelenmişti. Bu zaman zarfında dost ve yakınlarının kendisini kaçırmak istemelerine karşın onlara şu cevabı verdi: “Devletin izni olmadan hapishaneden çıkılmaz, meşru bir mahkeme kararına yanlış da olsa uymak gerekir.”
Hayatının son saniyesine kadar bi hayli onurlu ve ahlaklı davranan büyük düşünür, MÖ. 399 senesinde baldıran zehrini içtikten sonra ve arkasında şüphesiz çok daha iyi bir dünya bırakarak hayata veda etti.
Platon, etkisinde çok kaldığı büyük düşünürün ölümünden senelerca sonra Socrates’in mahkemede yaptığı savunmasını “Socrates’ in Savunması” isimli kitapta kaleme aldı. Socrates bu kitapta anlatılanlara göre savunmasının bir yerinde şunları dile getiriyordu;
İçinizden biri “Başkalarından tamamen değişik bir şey yapmamış olmasan bu söylentilerin çıkması zor olurdu, senin ile ilgili tahminlere dayalı düşünceler geliştirmemizi istemiyorsan, bize bunların nedenini anlat” diyebilir. Bu kötü şöhrete belli tarz bilgelikten başka bir nedenle sahip olmuş değilim. Ne tür bilgelik sebebiyle? Sanırım insanı ölçü alan bilgelik. Size çok güvenilir bir tanık göstereceğim. Anlayacağınız, bilgeliğimin bir bilgelik olup olmadığı, öyleyse nasıl bir bilgelik olduğu hususunda Delfi’deki Tanrıyı tanık göstermek istiyorum. Khairephon’u tanırsınız, huyunu bilirsiniz; bir zamanlar Delfi’ye gittiğinde, orada bulunan kahinlerin yerine uğrayıp, benden daha bilge biri var mı diye sormaya çekinmemiş, Pythiaona olmadığını söylemiş.
Bunun cevabını öğrenince “Tanrı, bu sözle ne demek istiyordu?,Önüme nasıl bir bulmaca koyuyor?” diye düşündüm. En sonunda sorunun cevabını şu yolla aramaya karar verdim. Benden daha bilge bir adam bulabilirsem elime bu kehaneti çürütecek bir ispat geçeceği aklıma geldi. Bunun üzerine adı bilgeye çıkmışlardan birine (Bir devlet adamına) gittim. Çok kimsenin ama özellikle kendisinin yargısına göre bilge gözüküyordu. Ama gerçekten bilge olmadığını düşünmekten kendimi alamadım Bunun üzerine, kendisine, bilge olduğuna inandığını ama öyle olmadığını göstermeye çalıştım. Sonuç olarak, onun da, orada bulunup beni dinleyen bir çok insanın da düşmanlığını kazandım.
Lakin yanından ayrılırken kendime dedim ki: “Doğrusu belki ikimizin de iyi, güzel, öyle doğru dürüst bir şey bildiği yok; gene de ben ondan daha bilginim, çünkü o hiçbir şey bilmediği halde bildiğini sanıyor, ben ise bilmiyorum ama, bildiğimi de sanmıyorum, demek ki ben ondan daha balakalıyim, çünkü bilmediklerimi bildiğimi sanmıyorum.”
“Ey dostlarım! Oğullarım büyüdükleri zaman, eğer maddi zenginlik hususunda veya herhangi bir şey hususunda fazilet için, olduğundan daha fazla endişe ederlerse yahut gerçekte birer hiç iken bir şeymiş gibi davranırlarsa, sizden onları cezalandırmanızı isteyeceğim. Benim siz değerli okurlarımıza sıkıntı verdiğim gibi onlara sıkıntı vermenizi isteyeceğim. Uğruna endişe duymaları gereken şeyler için endişe duymazlarsa ve hakikatte bir hiç iken bir şey olduklarını düşünürlerse benim sizleri azarladığım gibi siz de onları azarlayın. Eğer bunu yaparsınız, hem bana hem de oğullarıma hakça davranmış olursunuz”
Romalı filozof Cicero Socrates için şunları söylemiştir:
“O felsefeyi gökyüzünden Dünya’ya indirip şehirlerde barındırdı. Felsefeyi evlere sokup insanları hayat ve töreler, iyilik ve kötülük üzerine düşünmeye zorladı.”
SOCRATES’DEN
“Kötü insanlar yemek ve içmek için yaşar. İyi insanlar yaşamak için yer ve içerler.”
“Yalnız bir iyi mevcuttur: Bilgi, bir de kötü: Cehalet.”
“Sorgulanmamış bir hayat, hayat değildir.”
“Ben bilmediğimi bildiğim için diğer insanlardan farklıyım.”
“İnsanlar her zaman her yerde acıkmışlardır. Ama her zaman her yerde erdemli olmamışlardır.”
“Kendini bil.”
“Ben bir şey biliyorum, o da bir şey bilmediğimdir.”
“Fazilet ruhun güzelliğidir.”
“Galip asker, hiçbir zaman mağlup askerin üzerine eğildiği zamanki kadar yüksek değildir.”
“Görüp yapan, bilip yapan kadar muvaffak olamadığı gibi, bilip yapan da hissedip yapan kadar muvaffak olamaz.”
“Hayatta gütmemiz lazım gelen biricik gaye ruhumuzu yükseltmektir; düşüncemizin, ahlaki kudretlerimizin ilerlemesini sağlamak, düşüncemizi her an biraz daha aydınlatmak; kendimizi gün geçtikçe daha hür ve müthiş duymaktır.”
“Kimse bile bile kötü değildir, her kötülük bilgi sanılan bir bilgisizlikten gelir.”
“Yeşillikler toprağın çirkinliğini kapattığı gibi, tatlı sözde insanın bir çok kusurlarını örter